ORTADOĞU’DA ESKİ PROBLEMLERE YENİ KARTLAR DAĞITILIYOR*
İsmail CİNGÖZ
Ortadoğu; semavi dinlerin doğduğu coğrafya, etnik, dini ve mezhepsel kavgaların bitmek-tükenmek bilmediği saha…
Ortadoğu; coğrafi konumu nedeniyle jeostratejik önemi ve ticaret yollarının kesişim bölgesi olması nedeniyle tarihin her döneminde bölgesel ve küresel güçlerin nüfuz mücadele sahası…
Ortadoğu; 19’uncu yüzyılın başından itibaren zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının tespiti ile mevcut mücadele sebeplerine bir yenisinin daha eklendiği topraklar…
Ortadoğu; Kafkaslar ve Orta Asya’nın zengin petrol ve doğalgaz üretimlerinin dünyaya çıkış kapısını ele geçirme mücadelesinin yaşandığı güzergâh…
Ortadoğu; Türklerin Anadolu’ya giriş kapısı ve bin yılı Müslüman Türkler olmak üzere binlerce yıl Türkler tarafından yönetilen devletlerin var olduğu ama son yüzyılda Türk’ün yok edilmek, isminin silinmek istendiği topraklar…
Ortadoğu; Türk idaresinden kopartılmasının ardından sınırların cetvelle çizildiği, kan ve göz yaşının dinmediği, bir damla petrolün, bin damla kandan daha önemli görüldüğü coğrafya…
Bu kadar hengamenin içerisinde gündemin anlık değiştiği, dost-düşman-müttefik ilişkilerinin birbirine karıştığı sahalarda, hak ve çıkarlarını korumaya çalışan Türkiye…
***
Tarihin her döneminde büyük devletlerin hedefi olan Ortadoğu’da; Sümerler, Hititler, Asurlular, Babilliler, Persler, Grekler, Romalılar, Araplar, Moğollar, Tatarlar ve Türk imparatorlukları hâkimiyet sürmüş olsa da Osmanlı döneminin son yüzyılı haricinde neredeyse huzur ve sükunetin görülmediği söylenebilir.
Ortadoğu tarihi ve gündemini iyi anlayabilmek için Haçlı Seferleri konusu da mutlaka bilinmesi gereken bir husustur. Zira tarih kitaplarında Haçlı Seferleri için her ne kadar; “1096-1272 yılları arasında, Avrupalı Katolik Hristiyanların, Papa'nın talebi ve çeşitli vaatleri üzerine, genellikle Müslümanların elindeki Orta Doğu toprakları üzerinde askeri ve siyasi kontrol kurmak için düzenledikleri akınlar bütünüdür” [1] şeklinde tanım yapılıyor olsa da halen devam eden bir süreç olduğu hatırda tutulmalıdır. Çünkü gündemin veya sorunların bir tarafında Haçlı zihniyetli Batı’nın olduğu bilinmelidir.
Kısaca bu bilgilendirmelerin ardından Ortadoğu değerlendirmelerine dönecek olursak; Ortadoğu’da gündem çok çabuk değişir. Değerlendirme yapmak, bir olayın sonucunu öngörmek zorun da ötesindedir. Strateji uzmanları bir değerlendirmeye başladığında bazen öyle oluyor ki daha sözleriniz bitmeden gündemin değiştiği vakaların yaşandığı görülmektedir. Ortadoğu’da uzun vadeli planlar yapmak sadece zor değil, imkânsızdır.
Bir de görünen ile görünmeyen gizli sebep-sonuç ilişkileri adeta Ortadoğu’nun olmazsa olmazları arasındadır. Zengin petrol yataklarının ve Osmanlı Devleti’nin paylaşılması eksenli olarak yaşanan Birinci Dünya Savaşı 20’nci yüzyılın ilk büyük çatışmasıdır. Batı’nın emperyalist devletleri, 21’inci yüzyıl başında bu sefer de Ortadoğu’nun “kendi çıkarlarına olmayan” yönetimleri değiştirmek ve yüz yıl önceki paylaşımı güncellemek adına “Arap Baharı” adıyla yeni bir süreç başlattılar. 2010’da Tunus’ta başlayan halk hareketleri kısa sürede bütün coğrafyaya yayılmış ve kanlı olaylarla birlikte iktidar değişiklikleri yaşayan ülkeler olmuştur. Bu sürecin en şiddetlisi Suriye’de yaşanmaya devam etmektedir. Yemen’de de içler acısı bir sefaletle sürmektedir. Libya’da ise geçici ateşkes ile şimdilik silahlar susmuş olsa da Türkiye’nin de dahil olduğu süreç bilinmezliğini korumaktadır.
Küresel güçlerin ve emperyalist devletlerin 5, 25, 50 ve 100 yıllık gibi yönetimler, hükümetler değişse de ülke çıkarları için değişmeyen planları olduğu bilinmektedir. Bu planlar içerisinde Doğu Akdeniz ve Ortadoğu çok önemli bir yer teşkil etmektedir. Gerek deniz yoluyla gerekse karasal olarak çok önemli ticaret ve enerji hatları en başta değinildiği gibi buradan geçmektedir. Üstelik bir de Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), İsrail ve Mısır’ın ardından Türkiye’nin doğalgaz ve petrol arama ve sondaj faaliyetleri ile gözlerin çevrildiği bölge, münhasır alan mücadelelerine sahne olmaktadır.
Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını koruma mücadelesi, GKRY, İsrail ve Mısır’ın Türkiye aleyhine olarak Akdeniz’de arama ve sondaj faaliyetleri ile bulunan doğalgazın Avrupa’ya ulaştırılması planlarında Türkiye ve KKTC’nin yok sayılması, Türkiye’nin Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile Münhasır Alan Anlaşması ve Askeri İşbirliği Anlaşması imzalaması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Libya’ya asker gönderme tezkeresini onaylaması süreci içinden çıkılması zor bir süreci de beraberinde getirmiştir.
Türkiye’nin ve Ortadoğu ülkelerinin gündemi bunlarla sınırlı değil elbette. Suriye’de devam eden iç savaş, Suriyeli sığınmacılar ve İdlib çatışmaları, Irak’ta yaşanan iç siyasi mücadeleler, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) İranlı General Kasım Süleymani ve Irak Şii milis gruplarından Haşdi Şabi’nin ikinci komutanı Ebu Mehdi el Mühendis’ e güdümlü füzelerle suikast düzenlemesi ve İran’ın Irak’ta bulunan ABD üslerini bombalaması belli başlı gündem maddelerinden bazılarıdır.
Ancak burada dikkatli gözlerden kaçmayan bir husus var ki; 03 Ocak 2020 gecesi Bağdat Havalimanı'nda İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi el Mühendis’ in ABD tarafından güdümlü füzeler kullanılmak suretiyle düzenlenen suikastla öldürülmesi kimi ya da kimleri hoşnut ettiğidir?
General Kasım Süleymani; uzun bir zamandır tanınan, İran’ın en etkili askeri, siyasi figürlerinden ve Afganistan, Irak, Suriye ve Lübnan başta olmak üzere İran'ın bölgedeki politikalarını belirleyen en önemli isimlerden biri olarak biliniyordu. Aynı zamanda Rusya’nın Suriye olaylarına doğrudan müdahil olmasını sağlayan kişi olarak da Süleymani gösterilmekteydi. Bir taraftan da İran’ın Suriye rejim kuvvetlerini destekleyerek sahaya yerleşmesini sağlayan kişi…
Ama bu kadar güçlü ve etkin olmakla, evvela en yakınındaki güçleri rahatsız ettiği muhakkaktır.
Moskova’nın, İran’ın Suriye rejiminin yanında etkili bir güç olarak yer almasından rahatsızlığı bilinmekteydi. İran’da Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve ekibinin uzun bir süredir Devrim Muhafızları’nın baskısından kurtulmaya çalışması, Amerika’nın İran ile bir süredir devam eden gerginliği ile birleşince [2] bir de azil süreci yaşayan ve yaklaşan seçimlerde yeniden aday olmasına kesin gözüyle bakılan ABD Başkanı Donald Trump iç kamuoyuna şovunu yaptı. Kurtulmak isteyenler de tereyağından kıl çeker gibi ve kamuoylarını yanlarına çekerek ve güçlenerek kurtuldu.
***
Türkiye ve Rusya'nın girişimiyle Libya’da sağlanan ateşkesin kalıcı olması ve Birleşmiş Milletler'in (BM) Libya'ya silah ambargosuna sıkı sıkıya uyulmasını sağlamak amacıyla Almanya Şansölyesi Angela Dorothea Merkel’in davetiyle 19 Ocak 2020 günü Berlin Konferansı [3] düzenlenmiş ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da katılmıştır. 4 saatten fazla süren Konferansa Libya’nın doğusundaki silahlı güçlerin lideri isyancı General Halife Hafter’in mutabakatı imzalamadan ve kimseye haber vermeden ayrılması damga vurmuştur.
Nihayetinde Berlin Konferansı’ndan tam manasıyla bir sonuç çıkmamış olmasına rağmen Sonuç Bildirgesi incelendiğinde; “Libya’da iç savaşın sona erdirilmesi için askeri çözüm yerine siyasi çözüm yoluna gidilmesinin benimsenmesi” olumlu bir gelişmedir fakat Sonuç Bildirgesi’nin satır aralarında geçen önemli ayrıntılar olduğu görülmektedir. Şöyle ki; “BM öncülüğünde bir süreç işleneceği ve önümüzdeki günlerde Cenevre’de askeri komite toplanacağı” Merkel tarafından; “imzalanan metinlerin BM Güvenlik Konseyi’nce kabul edilmesi gerektiği ve böylelikle uluslararası resmiyet kazandırılması konusunda mutabık kalındığı” beyan edilmiştir. Ayrıca BM Genel Sekreteri Antonio Guterres de “Libya Krizi sorununun çözümü işini üstlendiklerini ve BMGK dahil gereğini yapacaklarını” ifade etmiştir. Bu açıklamalar Libya Krizi’nin çözümü için kulağa hoş gelebilir ama burada önemli husus ortaya çıkmaktadır.
Türkiye, BM Güvenlik Konseyi üyesi değildir. Dolayısı ile Türkiye haklı ve güçlüyken, Libya Krizi’nin BM Güvenlik Konseyi'ne devredilmesi halinde dengeleri farklı bir boyuta taşınacağı [4] karar alıcı mekanizmalar tarafından hatırda tutulmamalıdır.
BM Güvenlik Konseyi ve başkaca uluslararası kurum/kuruluşların Libya Krizi’nde başat rolü üstlenmeleri halinde Türkiye’nin etkisi ikinci plana itilecektir. BM’de veto yetkisine sahip ülkelerin Libya Krizi’nin çözümünde başrolü üstlenmeleri halinde Türkiye, Libya UMH ile Münhasır Alan Anlaşması ve Askeri İşbirliği Anlaşması imzalaması ile Libya’da ve Doğu Akdeniz’de elde ettiği kazanımlarını kaybetme riski ile karşı karşıya kalacağı muhakkaktır.
Sonuç olarak;
Her zamanki gibi Ortadoğu’da yeni bir süreç başlıyor. Türkiye; Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Suriye ve Irak gündemleri ile yoğun mesai harcayacağı günler yaşayacak. Irak’ın iç politikaları ile birlikte Kerkük Türklerine karşı yeni gelişmeler yaşanıyor.
Türkiye karar alıcı mekanizmaları olası her duruma uygun planlarını kısa, orta ve uzun vadeli ama kazanım prensibiyle ve kararlılıkla sürdürmelidir. En önemlisi de elde ettiği kazanımlarını kaybetmemek için gelişmeleri çok iyi takip etmelidir. Çünkü bir kere kaybedildi mi tekrar kazanmak mümkün olmayabilir.
:
İsmail CİNGÖZ; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı/M.Sc. – BULTÜRK Ankara Temsilcisi.
[1] Ömer YILMAZ; “Misyonerlik Faaliyetleri ve Misyonerliğin Teopolitik Boyutları”, Uluslararası Değişimler ve Türkiye, Yıldırım Beyazıt Ünv. Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, Ed. Mustafa Sıtkı BİLGİN, ss. 98-111, Aralık, 2018.
[2] Haşmet BABAOĞLU; “Ortadoğu... Sancılar eski dengeler yeni olacak!..”, Sabah, 16.01.2020.
[3] Konferansa; Türkiye, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, Birleşik Arap Emirlikleri, Kongo Cumhuriyeti, İtalya, Mısır, Cezayir ve UMH Başbakanı Fayiz el Serraj ile Libya'nın doğusundaki silahlı güçlerin lideri General Halife Hafter'in yanı sıra BM, Avrupa Birliği, Afrika Birliği ve Arap Birliği temsilcileri katılmıştır.
[4] Hasan HIZ; “Libya Krizinin BMGK'ya Devredilmesi Türkiye'nin Aleyhinde Olur”, Yeni Şafak, 20.01.2020,
* 22 Ocak 2020 tarihinde Ticari Hayat Gazetesi’nde yayınlanmıştır.