NEREDEN, NEREYE: “LİBYA’DA İTALYA-TÜRKİYE MUTABAKATI”
Doğruya doğru, İtalya ve İtalyan denildiğinde, bu korona günlerine kadar, ne çok, olumsuz algı vardır, Türk insanın kafasında. Peşinen söyleyelim, birincisi Trablusgarp Savaşı olarak belleklerde yer eden, 1911-1912 Osmanlı-İtalyan Savaşıdır. Batılı devletlerinin sömürge kurma yarışında çok geç kalan İtalya’nın uzun zamandır Arnavutluk kadar Libya topraklarına da göz diktiği bilinmekteydi. Osmanlı Devletinin parçalanması demek olan “Şark Meselesi” kapsamında uzun yıllardır yayılmacı güçlerin aralarında paylaşım mutabakatı yaptıkları da, bilinmekteydi, en ince detayına kadar.
Orta Akdeniz’in hinterlandında Arnavutluk ve Libya İtalya’nın payı olarak algılanıyordu. II. Abdülhamit’in dirayetli idaresi sayesinde bunlara fırsat bulamayan İtalyanlar, Abdülhamid’in tahttan düşürülmesinden sonra, Jön Türk yönetiminde bu fırsatı yakalamışlardı. İtalya, müdahale etmesi için geçerli bir neden peşinde değildi. Libya için “Gözünün üstünde kaşın var” kabilinden mantık dışı istemlerini bir bir sıralamıştı. Traji-komik istemler kapsamında İtalya, Trablusgarp’ın geri bırakıldığı ve Hristiyanlara kötü davranıldığını iddia etmekteydi. Mısır’ın İngiliz işgalinde olması, Osmanlı Devleti’nin Libya ile kara bağlantısının olmaması ve bölgeye müdahale edebilecek donanmasının yetersiz olması dolayısıyla İtalyanlar, 27 Eylül 1911 tarihinde Osmanlı hükümetine verdikleri ültimatomla Trablusgarb’a çıkartma yaptılar. İtalya askeri yetkililerinin hesabı işgalin 15 günde tamamlanacağı yönündeydi. Fakat bir avuç Osmanlı kuvveti ile dayanışma içindeki Libya halkı büyük bir direniş sergilemişti. İtalyan askerleri kıyıdaki sahil kentlerinin çevresinde sıkışıp kaldılar. Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp’ı İtalya’ya bırakmak istememesi üzerine İtalyan donanması, On İki Ada ve Rodos’u işgal ederek savaşın bir an önce bitmesi konusunda Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamaya çalışmıştı. Osmanlı Devleti, günümüzde de yapılageldiği şekliyle Libya’nın savunması için, Teşkilat-ı Mahsusa içindeki özel harp subaylarını görevlendirmişti. İçlerinde Enver Paşa ve Atatürk’ün de bulunduğu bu subaylar, Türkiye’nin yarınlarına etki edecek şekilde görevlerini yerine getirmişlerdi. Ancak Balkan Savaşları’nın başlaması üzerine Osmanlı Devleti istemeye istemeye İtalya ile barış antlaşması imzalayarak Trablusgarp’taki subaylarını geri çağırmak zorunda kalmıştı. Ancak Ulusal Kurtuluş Savaşında Sultan ve Halife Vahdettin tarafından idama mahkûm edilen Milli Mücadele liderleri hemen yanı başlarında Libya’nın dini lideri Şeyh Senusi’yi bulmuşlar, dini lider boşluğunu kendisiyle doldurmuşlardı.
Türkiye Cumhuriyeti de, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtının en zor günlerinde merhum Libya lideri Albay Muammer Kaddafi’yi hemen yanı başlarında bulmamışlar mıydı? İşte bu nedenle Libya Müftüsü Şeyh Sadık el-Gıryani’nin, 8 Haziran 2020 tarihinde Türkiye’nin yanlarında yer almasını takdir ettiğini belirterek, bu iş birliğine katkı için halkın sokaklarda destek gösterileri düzenlenmesi çağrısı yapması son derece anlamlıdır. Yerel televizyon programında konuşan Giryani’nin, “Trablus halkı 2-3 ay öncesine kadar neler yaşadığını, her gün başlarına füze yağdığını ve bu durumdan çıkmalarına kimin yardımcı olduğunu biliyor” demesi bir kadirşinaslık örneğidir.
İkincisi 1980 yılında beyazperdeye de çekilen Libya cihadının Senusi lideri Çöl Aslanı Ömer Muhtar’un idam edilerek şehit edilmesi olayıdır. Ömer Muhtar’un İtalyanlar tarafından idamı, başlı başına bir toplumsal travmadır. 15 Eylül 1931 tarihinde Libya’daki işgalci İtalyan birliklerinin Mussolini tarafından atanan Genel Kumandanı Graziani’nin ölüm emriyle kurulan İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşma sonrası, aynı gün toplama kamplarından getirilen binlerce Libyalının gözleri önünde idam edilmiştir, o cesur yürek. Üçüncüsü ise Ulusal Faşist Parti lideri Başbakan Benito Mussolini’nin her fırsatta dile getirdiği yayılmacı emelleri ve “Bizim Akdeniz”(Mare Nostrum) gürültüleri ile İkinci Dünya Savaşı öncesi Atatürk Türkiye’sine meydan okumasıdır.
Bir başka ihanetin resmi ise millet-i hâkime, kurucu unsurdan oldukları halde içinden çıktıkları kendi halkıyla çelişki içerisinde bulunan, eğitildikleri yabancı okullar nedeniyle Avrupalı gibi görünmeye çalışan, batı özentisi içinde olan Batı mukallitleri, taklitçileridir. Bunun tipik örneği ise Osmanlı Garp Ocaklarının yurdu Tunus, Cezayir ve Fas’ın sömürgeleştirildiklerinden sonraki durumlarıdır. İşte bu mukallitlerin belledikleri ve benimsedikleri ülke Fransa ve Endülüs’den gelenler için de az da olsa İspanya olmuştur. Ama her zaman için bu bölgede Fransa en başat rol üstlenmiştir. Çünkü konuştukları dil, dayatılan sömürge dili Fransızca, yani Frankofonluktur. Yaygın kullanılan bir sözcük olan Frankofon, Fransız olmamasına karşın Fransızca eğitim almasından ötürü kişinin kendisini Fransız kültürüne ait hissetmesi durumudur. Eğer bu ülkelerde bulunduysanız, Arap olmasına karşın, vücut dilini bile Fransız’a uydurmuş olduklarını görmüşsünüzdür. Demek istediğim şu bunlar kendi kişisel hedefleriyle, Fransa’nın ulusal hedeflerini birleştirmekte hiçbir beis görmeyenlerdir. Bunlar getirildikleri ve işgal ettikleri devlet kadrolarında Fransa’ya bihakkın hizmet etmişlerdir, kendi halklarını dışlamışlardır. Yetişip gelirken, modüler kültürün merkezi Pera, Beyoğlu kültürü de böyleydi. Ceket dış cebinde “Le Monde” gazetesi taşımak, karşılaşıldığında Fransızca hal hatır sormak entel-dantellikle eşdeğerdi. Bonjour (günaydın), bonsoir (tünaydın, iyi akşamlar), bonnuit (iyi geceler) mösyö, madam ya da matmazel, Ça va?----------nasılsın (sa va), comment ça va?----------nasılsın (koman sava), ça va bien?--------------nasılsın (sa va biyen), comment vas tu?-------------nasılsın (koman va tü), Pera ağzıyla demek, hala kulaklarımda çınlar. Yakinen şahidimdir. Pera’da Tünel civarında İstiklal Caddesi üzerinde Markiz ve Lebon pastanesinde Fransızca sipariş vermek, entelektüellikle özdeşleşmiştir. Sömürgeleşen Garp Ocakları, Tunus, Cezayir ve Fas’ta resmi dil bile bu yüzden Fransızca’dır. Entelicansiyada Arapça konuşmak kabalıktır, banalliktir. Kısaca hem ülkeye hem de millete yabancılaşmak, başkalaşım içerisinde bulunmaktır.
İşte Türkiye Cumhuriyeti Libya’ya çağrılı olarak giderken tüm bunların bilincindedir. Geçmişteki İtalya olumsuzluklarına benzer biçimde günümüzde Türkiye’nin hedef tahtasına oturtulduğu Batılı kuklacıların yönlendirdikleri darbeci Hafter’in eylemlerine, darbeci Sisi de katılmıştır. Mayıs ayında Türkiye tarafından desteklenen UMH birlikleri tarafından, Trablus’un yaklaşık 140 kilometre güneybatısındaki stratejik öneme sahip ‘Vatiyye Askeri Hava Üssü’nün ele geçirilmesi Hafter açısından önemli bir yenilgi olarak kabul edilmiştir. Mısır, RF ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından desteklenen Hafter’in, prestijini kurtarmak amacıyla 04 Temmuz 2020 tarihinde hangi ülkeye ait olduğu bilinmeyen savaş uçakları tarafından 100-150 km. uzaktan bir hava saldırısı düzenlenmiştir. Bir Mısır kanalında yayınlanan videoda, kolpocu, sahte kahramanlık gösterisi olarak Türkiye tarafından kurulduğu bildirilen Vatiyye Hava Üssü’ndeki hava savunma sistemlerinin hedef alındığı öne sürülmüştür. Bu harekâtın faili olduğunu açıkça değil, ama üstü kapalı bir biçimde deklere eden Sisi, “Sirte-Cufra kırmızı çizgimizdir” meydan okumasının kararlılık gösterisi olarak da Mısır Ordusunu Libya sınırına yanaştırmıştır. Mısır’ın bütün rahatsızlığı, kendi arka bahçesi olarak kabul ettiği Libya’da Türkiye›nin sahaya inmesidir. Mısır, Türkiye ve desteklediği meşru UMH yönetimine, Türkiye›nin Doğu Akdeniz›de gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği askeri tatbikatlara gözdağı verebilmek maksadıyla Libya sınırında “Kararlı 2020” adıyla büyük bir tatbikata girişmiştir. Tatbikata Mısır Silahlı Kuvvetlerine ait hava ve deniz kuvvetleri de katılmaktadır. Mısır ordusunun, Libya sınırında başlattığı tatbikat, Türk Donanması tarafından Doğu Akdeniz’de belirlenen ‘Barbaros’, ‘Turgut Reis’ ve ‘Çaka Bey’ sahalarında gerçekleştirilecek olan geniş katılımlı tatbikatın basına duyurulmasından hemen sonra gelmesi oldukça manidardır.
Bir başka olumsuz parametre ise Fransa’nın, Yunanistan’ın ve de GKRY’nin bastırmasıyla Almanya’nın da ön ayak olduğu AB çatısı altında Libya’ya silah ambargosunu denetlemek amacıyla 31 Mart 2020 tarihinde AB’nin ortak bir askeri misyonla Libya’ya yönelik ambargonun denetlemesi için “İrini Operasyonu”yla kararlaştırılmış olmasıdır. Mayıs ayı başında da bu harekât başlatılmıştır. Aslına bakılırsa, Birleşmiş Milletler, Libya’ya silah ambargosu kararını 2011 yılında almıştı. Ancak BM kararının Libya’da sıklıkla ihlal edilmesi nedeniyle Berlin’de, Şubat 2020 ayında düzenlenen Libya konferansında katılımcı ülkeler silah ambargosunun daha sıkı denetlemesi konusunda taahhütte bulunmuşlardır. Hiç kuşkusuz bu operasyonun Topkapı Sarayının içindeki tarihi “Aya İrini Kilisesi”nden mülhem Türkiye ve Türkiye’nin Libya desteğini kesmek olarak belirlenmiş olmasıdır. Aslına bakarsanız bu operasyonun esas hedefi ise Hafter’in elini güçlendirmek olarak belirlenmiştir. O kadar ki, ‘İrini Operasyonu’nun Suriye’den Libya’ya gelen savaş uçaklarıyla ilgili, Abu Dabi’den gelen silahlarla ilgili bir tespiti ve İrini Operasyonu içinde olan Fransa›nın sürekli Hafter’e silah vermesi ve bizzat Hafter’e silah götürmesiyle ilgili bir raporlaması bulunmamaktadır. Bunların hepsi kanıtlanmış ve belgelendirilmiştir.
Libya konusunda Berlin sürecini başlatan 1 Temmuz 2020 tarihinde AB dönem başkanlığını üstlenen Almanya’ya gelince, Almanya da, örtülü bir biçimde hem darbeci Hafter’i hem de darbeci Sisi’yi desteklemektedir. Ancak, Libya konusunda Hafter, Mısır, RF, Wagner ve BAE’yle aynı taraftaymış gibi bir algı yaratmamaya da azami çaba göstermektedir. Sahadan gelen spesifik bilgilerle AB’nin İrini Operasyonu’nun tarafsızlığını sorgulayan, Ulusal Mutabakat Hükümeti Başbakanı Fayiz es-Serrac, söz konusu harekâtın BAE’nin desteklediği Hafter’in çıkarlarını korumak amacıyla düzenlendiğini hemen her zeminde sesini yükselterek ifade etmektedir. Başkaca söze hiç gerek yok. Doğrudur. GKRY Dışişleri Bakanı Nikos Hristodoulidis’in BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid Al Nahyan’la telefon görüşmesinde İrini Operasyonu ve Doğu Akdeniz’deki gelişmelerle ilgili yaptıkları değerlendirmeler, Serrac’ın kaygılarının yersiz olmadığını kanıtlar mahiyettedir.
Hafter’in finansörü Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Hafter’i koşulsuz destekleyen Mısır, RF yanı sıra Libya’da Türkiye’ye karşı eline kart alma adına “istemem yan cebime koy” kabilinden ABD de bu kervana katılmıştır. ABD’nin yaptığı tam bir dolaylı tutum, stratejidir. ABD, Türkiye’ye karşı hem Yunanistan hem de GKRY’nin elini güçlendirebilmek açısından, 2020 mali yılına ilişkin tahsisat yasaları uyarınca, GKRY’ni “Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim” (IMET) programına dâhil etmiştir. Bu açılıma derhal aksülamel gösteren Türkiye, Kıbrıs’ta iki taraf arasındaki dengeyi gözetmeyen bu tür adımların Ada’da güven ortamının tesis edilmesine, Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarın sağlanmasına da yardımcı olmayacağını açık seçik ifade etmiştir. İşte bu nedenle ABD desteğini arkasına alan GKRY’nin bu günlerde sesi daha da gür çıkmaya başlamıştır.
Bütün bu olumsuzlukları derinlemesine özümsedikten sonra, küresel salgında gemisini kurtaran kaptan yaklaşımıyla AB’nin hiçliğini gören ve anlayan İtalya’nın Türkiye’ye yanaşmasını bir nebze olsun, idrak edebiliyor ve algılayabiliyorsunuzdur. Eğri oturup doğru konuşmak lazım, Trablus önlerine kadar gelen Hafter güçlerine karşı ‘olmakla olmamak’ ın konuşulduğu o zor günlerden beri Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (UMH) neredeyse NATO çatısı altında Türkiye ve İtalya desteklemiştir, halen de desteklemektedir. Bunun anlamı nedir? Meşru zeminde kalmak demektir. Libya krizinde uluslararası gerilimin tırmandığı dönemin başlangıcından bu yana, uluslararası zeminde ve sahada Trablus merkezli UMH’yi destekleyen, art niyeti olmayan iki ülke bulunmaktadır; bunlardan birincisi Türkiye, ikincisi ise İtalya’dır. Geriye kalanlar, Libya’nın bu zor durumunda Libya’dan sebeplenmek isteyenlerdir, durum bu kadar aşikâr. Libya’da kalıcı bir barış ve sonuç getirici bir siyasi süreç için en akıllıca iş UMH’yi desteklemektir. Ama UMH’yi güçlendirdikten, Libya’da tek meşru güç haline ulaştırdıktan sonra siyasi sürece evrilmek, kuşkusuz en mantıklı, rasyonel çözümdür. Diğer bütün çözümler ise yararcılık, faydacılık, öneri sahibinin yararına pragmatik çözümlerdir. Aslına bakarsanız İtalya tam anlamıyla ifade etmemekle birlikte Libya’nın bölünmesinden yanadır, en azından güneyini emniyete alınmasından yanadır. Tabii bu arada söyleyelim, İtalya’nın en önemli korkusu Afrika’nın Avrupa’ya açılan kapısı durumundaki Libya’dan İtalya’ya, sığınmacı, mülteci akımını durdurmaktır. Ne yaparsa yapsın durduramadığı göç dalgasını önlemeye yönelik olarak Libya’da Türkiye deneyiminden yararlanmaktır. İtalyan istihbaratı küresel salgın sonrası Libyalı yetkililerin sahil güvenlik önlemlerini hafifleteceğini ve Libya’dan yaklaşık 20 bin kişinin İtalya’ya göç etme hazırlığında olduğunu, mültecilerin sınırlara ulaşması durumunda diğer Avrupa Birliği ülkelerine paylaşılması gerektiğini belirtirken, aşırı sağ İtalya’nın Kardeşleri Partisi lideri Giorgia Meloni bu göç dalgasından Türk hükümetini sorumlu tutmuştu. İtalyan basınında yer alan haberlere göre, ayrıca Libya’daki Türkiye destekli grupların İtalya›ya petrol sağlayan rafineriyi vurarak İtalya›yı hedef aldığı bile iddia edilmişti. Kuşkusuz bu durumda hedeflenen Türkiye-İtalya birlikteliğidir.
Oysa İtalya ile olan ilişkilerde reel politik NATO şemsiyesi altında Akdeniz’de işbirliği olarak betimlenmiştir. Bu bağlamda İtalya Savunma Bakanı Lorenzo Guerini Ankara’yı ziyaret etmiş, İtalya ile Libya’nın politik çözümü konusu da dâhil varılan anlaşma Ankara’daki ziyaret sonrası açıklanmıştır. NATO’nun güney kanadının iki müttefiki İtalya ve Türkiye hem ikili olarak, hem NATO içinde hem de AB çerçevesinde ilişkilerin geliştirilmesi bölge için olduğu kadar, NATO için, her iki ülke için, AB’nin geleceği için yararlı olacağı düşünülmektedir.
13 aydır süren çatışmalarda, Türkiye ve Katar’ın neredeyse koşulsuz maddi ve manevi desteği sayesinde Fayiz es-Serrac liderliğindeki Libya Hükümeti’nin, sahadaki durumu değiştirebildiği başkent Trablus’un 140 kilometre güneybatısında 50 kilometrekareye yayılan UMH Silahlı Kuvvetleri yığınağının konumlandırıldığı ‘Vatiyye Hava Üssü’ mücadelenin çıkış ve odak noktasını teşkil etmektedir. Vatiyye’nin elde bulundurulması, UMH için ülkenin batı kıyıları ve alt kıyı kuşağının neredeyse tümünün kontrolünü yeniden kazanmak anlamına gelirken, Ankara için ise Akdeniz›in güney kıyılarında ilk askeri yığınak bölgesi olma özelliğini de taşımaktadır. İşte bu nedenle Vatiyye üssüne yapılan saldırı Libya’daki gelecekteki Türk varlığını da hedef almış durumdadır. Bu açıdan bakıldığında askeri restleşmeler sonucu tarafları masaya oturamadıkları takdirde Sirte-Cufra hattı sadece‘siyasi bölünme hattı’ olarak değil, aynı zamanda düşmanlığı kalıcı hale getirecek bir hat olabileceği de değerlendirilmektedir. Türkiye ile pazarlıkta RF‘nin elini de güçlendirmeye çalışan ve Türkiye’yi durdurmak için çeşitli provokatif etmenlerle el yükselttiğini zanneden darbeci Abdulfettah el Sisi’ye karşı, NATO çatısı altında Türkiye-İtalya birlikteliği caydırıcı bir argüman niteliğindedir. Sisi’nin meydan okumasındaki temel korku, Libya’da İslamcı güçlerin kazanması halinde Mısır’da 2013’teki darbeyle devirdiği Müslüman Kardeşler’in rövanş imkânı bulma olasılığıdır. Unutmamak gerekir ki, bir kabileler devleti olan Libya’daki 91 kabilenin güneydeki Tuaregler dâhil 56’sını Türkiye yanına almıştır. Bu başlı başına Türkiye lehine bir durum üstünlüğünü de göstermektedir.
Bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, gerek BM Sözleşmesi uyarınca kendini savunma hakkı olsun, gerek Libya’da BM tarafından tanınan tek meşru otorite olan UMH’nin talebi üzerine olsun, bu durumda Türkiye’nin yapacağı herhangi bir doğrudan askeri müdahale uluslararası meşruiyet kazanmıştır, haberiniz olsun.