Logo
Çağ Üniversitesi
08.02.2020

EGE'DE, AKDENİZ'DE SULAR ISINIRKEN

Prof.Dr. Esat ARSLAN tarafından

EGE'DE, AKDENİZ'DE SULAR ISINIRKEN 

Efendim hiç meraklar buyurmayınız, birçok asparagas haberler de çıkacak, bir sürü “kolpoculuk” da yapılacak “Yapay Yunanistan” doğrusu “Grekya”-Türkiye arasında yaşanan ve yaşanacak olan gerginlik dönemi huzurlarınızda. “Yunanistan” için yapay, suni sözcüğünü bilinçli olarak kullanıyorum, çünkü Yunanistan dediğimiz devlet, toplama ve taşıma ile bir araya getirilen çoğu dağdan inen kökeni Arnavut olan karma bir toplumdur. “Yunan” diye bir halk, millet de yoktur. Onlar “İon” halkları, “İyonyalılar”. Bu arada söyleyelim, olmayan bir “Yunan” milletinin oluşumuna biz de yardım ettik. Birinci Lozan Görüşmeleri sonunda, Türkiye ve Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan Etablis (Mübadil) sözleşmesi sonucu Anadolu’dan göçürülen 1.200.000 Anadolu Rum’unu da saymak lazım. Bu güzel insanları Mora’da ne idüğü belirsiz yerleşik halk, Anadolu’dan geldikleri için “Türk” diyerek dışlamışlardır. Onun için Mevlâna Celalettin Rumîden mülhem “Romalı” anlamında Anadolulu Rumlarla karşılaştığınızda, zaten Türkçe konuştuğunuz için usulcacık yanınıza yaklaşırlar, hele ki kendilerine “Ben Türk’üm” dediğiniz zaman, hemen kendi Anadoluluklarını ortaya çıkarıp, gözlerinden yaş gelen insanlardır, bizim insanlarımızdır, onlar.  Söyleyelim, İsrail’de de aynı manzaralar ile karşılaşabilirsiniz. Ha bu arada söyleyelim, aklıma gelmişken “Efsun Askeri Kıyafeti” de bir “Arnavut Folklorik Kıyafeti” dir, Yunan kıyafeti değildir. Arnavut halk dansları icra edilirken bunu çok rahat görebilirsiniz, izleyebilirsiniz. Türkçe ’de genellikle “Efsun” ya da “Efzun” olarak telaffuz edilen “Evzone” sözcüğü Yunancada “güzel kuşaklı” anlamına gelmektedir. Balkanların geleneksel giysilerinden biri olan Türkçe entari anlamında “Fistan” sözcüğünden devşirilen “Fustanella” nın kökeni İlliryalılar’a dayandığı arkeolog Arthur Evans tarafından iddia edilmektedir. James P. Verinis ise bu kıyafetin Güney Arnavutluk’ta giyilen geleneksel bir kıyafet olduğunu ve Yunanistan’a girişinin Osmanlı’nın Yunanistan’ı işgali sırasında gerçekleştiğini açık seçik ifade etmektedir. [1]Ayakta Mekap tipik “PeKaKa” kıyafetinin neden giydirildiği şimdi daha iyi anlaşılıyordur. Nitekim Bu kıyafeti Efsunlar dışında Arnavut Kralı Muhafızları da giymişlerdir. Tekraren söylemekte yarar var, Yunan tarihi de bu bilinçle batılılar tarafından uydurulmuştur. Yunan tarihi tam bir mitolojidir ve batılılar tarafından meydana getirdikleri bu yapay ulusa giydirilmeye çalışılmıştır. Yani Akdeniz-Karadeniz havzası halklarının kültür mirası “Yunan” diye bir halkın üzerine tescil edilmiştir. Anadolu’nun doğusunun diğer yapay ulus olan Ermenilere peşkeş çekilirken yapıldığı gibi. Yoksa Eflatun (Platon) (M.Ö. 427-347) Çanakkalelidir ve 'Devlet'  kitabı Urfa Harran'daki Tıp ve Astronomi mektebinin kütüphanesine '1' numara ile kayıtlıdır ve Yunanca denilen dile Arapça' dan tercüme edilmiştir. Olimpiyatlar bile Atina'da değil, Hatay'da yapılmıştır.[2]

Türkiye’nin kararlı adımları sonucunda Libya ile planları bozulan Yunanistan, boş tehditler savurmaya devam edecek, neden olsa “serde külhanlık pardon Yunanlılık” var ya. Türkiye’ye yakın adalara yerleştirmiş olduğu S 300’leri aktive eden Yunanistan’da Savunma Bakanından, Donanma Komutanına, milletvekilinden asker eskilerine kadar neredeyse hemen herkes Türkiye’ye külhanlık taslıyor, meydan okuyor ve savaş naraları atıyor. Hatta ve hatta akil adam olması gereken Yunanlı diplomatlar bile savaş çığırtkanlığını en ileri seviyeye taşıyorlar. Sahte kahramanlık, “kolpoculuk” “Yapay Yunan” devletinin şiarında var. Hani kavgada “tutmayın beni” deyip avazı çıktığı kadar bağıran; bırakılınca da “niye beni tutmuyorsunuz” diye veryansın eden taraftır, “kolpocu”.

Bir bakıyorsunuz, Hürriyet gazetesinin “8 Aralık 2019” tarihli haberinde olduğu gibi “Yunan savaş uçağının Türk savaş gemisine kilitlendiği” iddia ediliyor, ancak gerçek kısa süre sonra ortaya çıkıyor. Hiç şüphe yok ki, haber düzmecedir, yalandır. Asparagastır. Nasıl anlıyorsunuz, peki? Hemen arkasından, Türk askeri kaynakları iddianın kesinlikle doğru olmadığını, söz konusu paylaşımın da Yunan tarafının kendi halkına uyguladığı ‘algı operasyonu’ yaptığı yalanlamasından. Efendim, Türk kamuoyu buna alışıktır. Yunanlı bilhassa yöneticisi işte böyle bir şeydir. Savaşa giden bir tırmanma yaşanır mı, yaşanmaz mı? Kuşkusuz bunu zaman gösterecek de o kadarına da “Böyük, böyük ağabeyleri” müsaade etmezler. Sonunda n’olur? Söyleyelim, gerginliği çıkaran Yunanlılar, çekmiş olduğu gerginlik lastiğini bırakmak zorunda kalırlar, ama kışkırtıcılığı da sonuna kadar hiçbir zaman elden bırakmak istemezler, bu konuda fazlaca da bir şey demeye gerek yok, sanırım. Türk kamuoyu bu konuda epeyi bir deneyim sahibidir. 

Sevgili okurlar, daha önceki yazılarımızda anlatmaya çalıştık, S 300 ve de S 400 meselesi, başkaca sorgulamaya gerek kalmadan sanırım, iyiden iyiye anlaşılmıştır, diye düşünüyorum. Yani, Yunanistan’ın Girit’e yerleştirmiş olduğu S 300’leri yeniden aktivite etmesi ile Türkiye’nin S 400’leri almasının gerekçeleri tam anlamıyla anlaşılmıştır, sanırım.  Bu arada bu konuda bir şey daha söyleyelim, biraz geç oldu ama Türkiye’nin S 400’leri alınması açılımını da bizler Yunanistan’dan kopya çekerek, öğrendiğimizi belirtelim. Doğrusu, bu kadar gürültü koparılacağını da tahmin etmemiştik. Efendim her ikisinin de tehdit algılaması aynı. Gerek Yunanistan gerek Türkiye, NATO silahlarını kullandıklarından hani olmaz ama ihtimal dâhilinde, ani bir baskın karşısında bir erken uyarı ve saldırıyı bertaraf etmek için Rus konseptini benimsemelerinden kaynaklanmaktadır. Aslına bakarsanız, tam bir kavrama dayalı ihtiyaçlar sistemi yaklaşımı. NATO silahları ile saldırı düzenleyecek olan tarafa karşı eski Varşova Paktı silahıyla cevap vermek. NATO deyimiyle söyleyelim, Mütecaviz doktrinine karşı önleyici karşı koyma. Zannediyorum, bu konu enikonu anlaşılmıştır.

Ama şimdi bakıyorsunuz, Yunanistan’a, Allah, Allah şişiniyor da şişiniyor.  Yunanistan’ın yeni çiçeği burnunda Başbakanı, babasının Yunan cuntasından kaçarak Türkiye’ye güvenli bir liman olarak sığındığını unutuyor. Hele ki, Yunanistan’ın şimdilerde ABD’yi arkasına alarak pupa yelken inşa etmeye çalıştığı saldırı sistematiğine ne demeli? Türk Kurtuluş Savaşından sonra, Türkiye’nin tapu senedi konumunda 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’na göre Anadolu’ya yakın adaların silahsızlandırılması statüsü ile ilgili Büyük Savaşın başından yani 1914’lerden beri devam eden adalarla ilgili maddenin geçerliliğini hiçe sayarak fütursuzca hareket etmesi. Bu madde, Suriyeli sığınmacı kardeşlerimizin çokça gittikleri Midilli, Sakız, Sisam ve İstanköy adası gibi Türkiye’ye yakın adaları kapsamaktadır. Bu adalara ilaveten ayrıca Güney’deki Menteşe Adaları, diğer bir ifadeyle “12 adalar (Dodecanese)” aynı şartlarda, silahsızlandırılması statüsü ile 1947 yılında İtalya’dan Yunanistan’a devredilmiştir. Bunların da yine aynı şekilde silahsızlandırılmış statüsü elan devam etmektedir. Ama gelin görün ki, Türkiye’nin olası adımlarına karşı Girit’teki S 300 sistemlerini aktive eden Yunan Ordusu, Türkiye’ye yakın adalar da dâhil olmak üzere Adalar Bölgesine ek deniz gücü, İHA/SİHA, bütünleme mühimmatı ve özel kuvvet göndermiştir. İsmini vermeden El Cezire’ye konuşan bir Yunan diplomatı Türkiye’nin bölgede faaliyet göstermesi durumunda donanmanın harekete geçerek cevap vereceğini ve işin savaşa kadar varabileceğini iddia etmiştir. Oysa her şey açık seçik ortada. Bütün bunlar, Türkiye ile Libya arasındaki imzalanan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Muhtırası” TBMM’nin ardından Libya Cumhurbaşkanlığı Konseyi tarafından onaylandıktan sonra oluyor. Yapılan anlaşma, Libya ile BM tarafından tanınan tek meşru ve egemen devletiyle yapılmıştır. Libya Hükümeti de her egemen devlet gibi anlaşma yapabilme yetisine ve yetkisine sahiptir. Sanırım bunda hep birlikte hemfikiriz. Ama dilin kemiği yok ki? Bilinen medya erbabı “anlaşma yaptınız da bu anlaşmayı siz hangi Libya ile yaptınız? Korosunu seslendirmeye başladıklarını herhalde duyuyorsunuzdur. Efendim şu anda malum, Libya tam bir parçalanmış ülke, kutuplaşmış ülke “torn country” konumunda. Üç Libya var.  Haritaya göre Trablus merkezli kuzeybatı bölgesi Trablusgarp, Tobruk merkezli kuzeydoğu bölgesi ise Sirenayka ve güneyde, Çad sınırında da üçüncü bir özerk yapılanma var. Çizilen bu harita ne yazık ki ABD Başkanı Donald Trump’ın ekibinden Sebastian Gorka’nın Avrupalı bir diplomatla 2017 Nisanı’ndaki buluşmasında bir peçeteye çizdiği Libya’yı üçe bölen haritayla uyumludur.[3]

Türkiye dışında Katar ve bazı AB ülkeleri desteklediği Türkiye’nin mutabakat muhtırasını imzaladığı Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti Libya topraklarının 103 bin 81 km²sine ülkenin yüzde 6,35’inde egemen bir devlet. Devlet yapısı sadece burada var. Yönetim erkini elinde bulunduran hükümet de seçilmiş ve BM tarafından tanınan tek meşru hükümet. Şimdi bu durumda sormak lazım değil mi? Libya’yı bu hale kim getirdi? Libya’da gerçekten n’olmuştu? diye.  

Birlikte anımsayalım, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi (GOKAP)' nde yapılacakları dikte ettiren eylem plânı, 1989-93 yılları arasında ABD Genelkurmay Başkanı olan ve 2001-2005 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı yapan Colin Powell başkanlığında 2004 yılında Fas'ta yapılan bir toplantıda kararlaştırılmıştı. Bu toplantıda ABD Dışişleri Bakanı Powell tarafından, GOKAP ülkelerine yönelik eylem plânının omurgası, dışarıdan müdahale şeklinde değil, ülke sivil inisiyatif dinamiğini öne çıkaracak biçimde kalenin içeriden teslim alınması şeklinde yapılacağını açıkça ilan etmişti. Söz konusu plân, Tunus ve Mısır'da kısmen uygulandıktan sonra Libya'da örtü ve aldatma plânlarıyla birlikte mükemmele yakın bir incelikle uygulanmıştı. Bu projenin gereği olarak gerek Libya içerisinde kazanılan kişiler gerek civar ülkelerden ülkeye sızdırılan rejim karşıtı gruplar marifetiyle, “Bingazi” üs edinilmiş ve yayılmacı güçlerin önce örtülü ve dolaylı, sonradan doğrudan silah ve mühimmat desteğiyle Kaddafi yönetimine zarar verilmeye başlanılmıştır. Bu durum üzerine Kaddafi, daha fazla kardeşkanının dökülmemesi için, Bingazi'yi askeri birlikleriyle kuşatarak, bölgede oluşan karşıt hareketi etkisiz hale getirmiştir. Kaddafi kuşatmayı yaptıktan sonra, herhangi bir çatışmaya girmemeye özen göstererek ve bu aşamadan sonra, BM'ye ve NATO'ya söz vermiş, ayrıca dünya kamuoyuna herhangi bir müdahalenin yapılmayacağını da duyurmuştu. Kuşatma ile elleri kolları bağlanan Batı tarafından kazanılmış güçler, bu sefer Kaddafi'nin ordusuna saldırmak yerine farklı bir sinsi plânı devreye koymuşlardı. Eyleme geçirilen bu sinsi plânın amacı, BM'ye yaptırım kararı ve NATO'ya da acilen müdahale kararı aldırabilmeyi öncelikle hedeflemişti. Ortaya konulan bu plân gereği ve oluşan provokasyona açık ortamdan yararlanılarak, muhalifler, Kaddafi'nin Bingazi'ye saldırdığı görüntüsü altında bulundukları bölgeyi çarpışılıyor hissini uyandırmak için her türlü eylemi yapmağa başlamışlardı. Bu işlerin başında da Virginia/Langley’deki evinden Kaddafi’ye karşı hareketi yöneten bir CIA figürü olan General Hafter bulunuyordu. Şimdilerde Rusya, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Fransa’nın desteklediği Tobruk merkezli Libya Ulusal Ordusu desteğiyle İkinci Libya’yı yöneten General Hafter.

Kaddafi’nin son zamanlarına tekrardan dönelim. Batı yapmış oldukları ve çeşitlendirdikleri bölgesel provokatif eylemlerle sadece bunu başarmakla kalmamış, aynı zamanda önce dünya kamuoyunu inandırmış, arkasından da BM ve NATO'yu eylemsel yaptırımlar yapmağa sürüklemişlerdi. Bu inandırışın kurumsal yansıması olarak da önce BM yaptırım kararı, ardından da NATO müdahale kararı almasını sağlamışlardır. Bundan sonra yaşananları hep birlikte gördük ve yaşadık. Afrika Birliğinin 1982-83 yıllarındaki Dönem Başkanı ve Libya’yı 42 yıldır yöneten Albay Muammer Kaddafi’nin hunharca katledilmesini hep birlikte izledik, hüzünlendik. Nitekim böylece, Libya'daki “Truva Atı” harekâtıyla kalenin içeriden teslim edilmesi sağlanmış, yapılan eylemler manzumesi daha sonra yapılacak müdahaleler için bir model oluşturmuştur. Libya'daki bu modelleme, dünya kamuoyunu Türkiye’deki iktidar hakkında infiale sevk eden benzer olayların maalesef ülkemizde de aynısı sahneye konulmuştur. Özetlediğimiz mevcut tablo ABD ve içten pazarlıklı Fransa’nın eseridir. Bu konuda İtalya’nın adının bile zikredilmemesi ilginçtir.

Peki, şimdi sormak lazım değil mi? Bütün bunlardan sonra şu söylenilemez mi? Türkiye olarak bizler bütün Akdeniz paylaşımları yapılırken, hiçbir şey yapmadan gelişmeleri sadece izlemeli miydik? Sadece bizlere dayatılanları mı kabul etmeliydik. Türkiye Cumhuriyeti’ni bu yapılanlardan hiç mi kazanımı yok. Söyleyelim:

Trablus’la yapılan bu anlaşmanın Doğu Akdeniz enerji savaşı açısından doğru bir yaklaşım, akılcı bir açılımdır, Ankara, her şeyden önce Trablus hükümetiyle bu anlaşmayı yaparak GKRY-Yunanistan hattını kapatmıştır. Bu şekilde Doğu Akdeniz doğalgazının Avrupa pazarına taşınabilmesinin tek güzergâhının Türkiye olduğunu tüm Avrupa’ya dikte ettirmiştir. 

Türkiye Doğu Akdeniz de kendisine mutlaka bir stratejik müttefik bulmak zorundadır. Bütün ibreler doğrudan Suriye’yi göstermektedir. Suriye, bu enerji savaşında, arkasına ABD ve AB’yi de alan İsrail, Güney Kıbrıs, Yunanistan ve Mısır dörtlüsüne karşı, Türkiye için en doğal “stratejik müttefik” olabileceği düşünülmektedir. Mübarekler “Mahşerin Dört Atlısı” gibi. Bu başarılabildiği takdirde, Hafter’in arkasında olan Putin’in bile Türkiye’nin yanına çekilebileceği değerlendirilmektedir.  Görüyorsunuz değil mi? Sevgili Okurlar. Akdeniz’deki petrol savaşları nasıl da çok bilinmeyenli yapıları dikte ettiriyor? Ayrıca, Ankara ile Şam’ın normalleştiği süreçte, Ankara ile Kahire’nin normalleşmesinin de yolunun da açılabileceği düşünülmektedir. 

Ne diyelim. Haydin hayırlısı.   

 

 

[1]http://wiki.phantis.com/index.php/Fustanella#cite_ref-3/Erişim Tarihi: 13.12.2019

[2]https://tr.sputniknews.com/analiz/201705111028423420-dilipak-yunan-musluman-anadolu-yunan-rum-roma//Erişim Tarihi: 13.12.2019/

[3]Mehmet Ali Güller, Ankara-Trablus Mutabakatı, Cumhuriyet Gazetesi, 02 Aralık 2019 

Prof.Dr. Esat ARSLAN

YAZAR HAKKINDA