KÜRESEL SALGIN GÜNLERİNDE ULUSAL KORUMA
Küreselleşmenin vahşiliğini iliklerinize kadar nasıl da hissettik, bu küresel “koronavirüs” salgınıyla. Öyle değil mi? Sevgili okurlar. Çünkü “Küresel Salgın”, ulusal sınır tanımıyor. Koronavirüs, etnik köken, milliyet ya da toplumsal cinsiyet ayrımı da yapmıyor. Biliyoruz ki, bu dünyadaki her şey, bir ailenin bireylerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır. Güzel, peki, geleceğe bel bağladığımız ‘dünya bir köydür’ün görüngesi karşılığında neler gördük dersiniz? Aklıma bir şeyler geliyor -ama neyse anladınız beni- peki o zaman hani, nerde uluslararası küresel dayanışma, yer önemli değil, salgın bölgesindeki halk içinde “koronavirüs” ve hastalığın yayılmasını durdurmak için karşılıksız sosyal dayanışmanın etkilerini görebilen lütfen öne çıksın. Unutmayalım, çok uluslu şirketleri öne çıkaran “vahşi kapitalizm”in görüntüsü her yerde aynı. Toplumu öne çıkaran uluslararası sosyalizasyonun tamı tamına karşısında. Ne dersiniz, Fukuyama’nın öngördüğü ‘Tarihin Sonu’ ya da doğrudan doğruya ‘İnsanlığın Sonu’ bu mudur? Evet, bu olsa gerek.
Bu küresel salgınla birlikte bundan daha da ilginç şeyler yaşanmadı değil hani. İtalya’yı bir kenara bırakıyorum, ABD ölüm oranında Çin’i geride bıraktı, yani geçtiğini bu arada söylemekle yetinelim. Şunu söylemeye çalışıyorum, küresel salgın Çin’de hız kesti, hayat normale dönmeye başladı, emareler bunu teyit ediyor. Görüldüğü kadarıyla ÇHC salgın karşısındaki başarılarını paraya tahvil etmeyi düşünmüyorlar, daha çok insanî kaygıları ön plana çıkardıkları gözlemlenmektedir. Tabii ki yapılanlar bir komplo değilse. Bir zamanlar “Avrupa Birleşik Devletler” e evrilmesi gündemde olan AB şu anda dünyada bir numara olan İtalya ve hemen arkasından gelen İspanya ve Fransa’yı kendi başına bıraktığını hep birlikte izledik. Batı Avrupa ve ABD genelinde hükümetler, yeterli seviyede test ve tıbbi bakım sağlamayı da başlangıçta ret ettiler ve bunun yerine, açıkça ya da üstü kapalı olarak, Britanya hükümetinin sürü bağışıklığı tavrını, “ölen ölür, kalan sağlar bize hizmet eder” tavrını benimsemişlerdi, bunu bir tek ‘Birleşik Krallık’ açık etti. Büyük Britanya Sağlık Bakanlığı açıkça kapitalist ekonomide iliklerine kadar işledikleri “Bırakınız yapsınlar, Bırakınız geçsinler” (Laissez-faire, Laissez-passer) anlayışıyla hükümetin müdahalesine gerek olmadığını savunan bu görüşü bilimsel yöntem olarak göstermekte herhangi bir beis görmemişti. Büyük Britanya’nın uygulamayı amaçladığı sürü bağışıklığı yönteminin koronavirüsünün gribe yola açan virüs gibi kolay mutasyona uğrayabileceğine ve böyle bir durumda sürü bağışıklığının etkisini kaybedeceğinden sonra vazgeçti, ama bir sarmala da girdi.
Sormak istiyorum, Charles Dickens’in ünlü eseri Oliver Twist tavrı gibi, halkın azımsanmayacak bir kısmının hastalığa yakalanması “uygun” bir hareket tarzı mıdır? Sürü bağışıklığı ile risk grubu düşük olanların virüse yakalanması ve böylelikle virüse karşı toplumsal bağışıklığın artması hangi mantıkla amaçlanmıştır? Yaşlı ve hastaların izole edildiği ya da ortadan kalktığı bir ortamda özgürlükleri kısıtlanmadan hareket edecek olan düşük risk grubundaki kişilerin en az yüzde 60’ına virüs bulaşması toplumsal bağışıklık için yeterli kabul edilebilir mi? Ancak bu, ülkede 35 milyondan fazla kişinin virüse yakalanması ve iyileşmesi gerektiği ne anlama gelmektedir? Sorarım size bu açılım, milyonlarca insan için bir idam hükmü değil de nedir?
Tam da bu cümleden olmak üzere sizlerle bir anımı paylaşmak istiyorum. Büyük Britanya Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) uzun zamandır personel, hizmet ve kaynak sıkıntısı içinde olduğu biliniyordu. Koronavirüs salgınıyla sistem üzerindeki baskının daha da ağırlaşmasından ve sistemin çökmesinden endişe edilmekteydi. Üçüncü milenyuma doğru bizzat şahit olduğum gibi durum ABD de böyleydi. 1995 yılında Newyork’ta JFK havaalanında ABD’ye ilk kez gelen oğlumu uçaktan tekerlekli sandalyede imza karşılığı teslim almam üzerinden neredeyse çeyrek asır geçmiş. Geçirmiş olduğu soğuk algınlığı nedeniyle, nefes almakta güçlük çeken ve uçağın inişi sırasında kulaklarına basınç yapan oğlumun kulak ağrısı için en yakın hastanenin acil servisine götürülmesi kaydıyla bir muvafakatname imzalamış ve oğlumu bu şekilde teslim almıştım. JFK havaalanına en yakın hastaneyi nasıl bulduğumu bir ben bilirim bir de Allah. Koşa koşa acile daldım, ben zannettim, burası Türkiye’den de ileri, ne gezer. 4,5 saat Acil Servis’te bekledikten sonra neredeyse psikopat olmak üzereyken doktor yüzü göremeden hastaneyi terk etmek zorunda kalmıştık. Yıllarca başımıza gelen bu olayı anlattım, durdum. İşte bu nedenle, sağlık sigortalarının acımasızlığından inim inim inleyen ABD halkı, ne doktora ne de hastaneye gidebiliyor, ‘Avatar’ gibi yarı bitkisel yaşıyordu. Herkes kendi kendinin doktoru olmuştu, bizdeki süper marketlere benzer ‘Grocery Store’ler eczaneden daha büyük ilaç standları barındırıyordu. İlaçları bizler gibi kutu kutu değil, sayıyla mevlit şekeri külahlarında alıyordu. Doktora gitmek bayağı bir komprador işi idi. İşte bugün ABD’de de gördüğümüz medikal manzaralar, bu bakış açısının bir sonucu. Televizyon ekranlarından seyrediyoruz, hastabakıcılar hemşireler önlük, maske bulamıyor, İngiltere’de hastaneler yetersiz, kraliçe koronavirüsü pozitif çıkan veliaht prens oğlundan kaçıyor, 100’lerce km. ötede bir şatoya sığınıyor. Sağlık sistemi çöken ve hiçbir tıbbi ekipmanı kalmayan İtalya, Rusya’dan; ekonomisi iflas eden İspanya NATO’dan yardım talep ediyor.
Sezar’ın hakkını, Sezar’a verelim; koronavirüs karşısında tedbiri elden bırakmayan Türkiye Cumhuriyeti devleti, hem salgınla mücadele ediyor hem de virüse karşı yerli silahlarını geliştirmek için elindeki birikimini bu iş için seferber ediyor. Sağlık emekçileri ve çabalarını bu alana yoğunlaştıran emekçiler karşısında sadece alkışlamakla kalmıyor bir de şapka çıkartıyorum.
Bu arada tekraren söylemekte yarar var, alınması gereken önlemler hakkında bilimsel ve gerçeğe dayanan bir kavrayış geliştirme yönündeki uluslararası çabalar, ne kadar hafif ne kadar çöküntü içerisinde olduğunu, kadük kaldığını hep birlikte izliyoruz. Her bir şeyden vaz geçtim de, vahşi kapitalizmin daha doğrusu ‘altta kalanın canı çıksın sistemi’nin geldiği boyuta bir bakar mısınız? Devletlerin birbirlerinin sağlık malzeme gemilerine korsanlık yapmalarına ne demeli? Dünyanın geldiği şu son hale bir bakar mısınız? Bunun zombilerin dünyasından ne farkı var? Önce ufak ufak başlandı, Çin’den İtalya’ya tıbbi maske taşıyan bir kamyona Çekya’da el konuldu. Açıkça devlet eliyle hırsızlık yapılarak malzemeler çalındı. Sonra İtalya devreye girdi. Dezenfektan hırsızlığına ve adeta korsanlığa soyundu. Tunus’a giden bir tıbbi alkol gemisine el koydu. Nereye gitti uluslararası kurallar, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, hasta hakları ile ilgili düzenlemeler? Peki, nereden yıllar boyunca dünyanın bilinçaltına pompaladığınız “Batı Değerleri”. Pek çok ülkenin sağlık sistemleri ile birlikte, ahlakî değerleri de dumura uğradı. Yoksa bu ulvî değerler koskoca bir yalan mıydı? Günah keçisi bulundu efendim, bütün bunları Koronavirüs yaptı! İşte buna diyecek bir şey bulamıyorum.
Vahşi kapitalizm ticaret savaşlarına evrilirken ya da bu haliyle dünya kamuoyuna lanse edilirken eski emperyalizm jargonuna ne demeli? Salgına yönelik gecikmiş ve yetersiz müdahalesiyle milyonlarca insanın hayatını riske atan bir yönetime başkanlık eden Donald Trump, Amerikan şovenizmine yeni bir örnek katarak, COVID-19’u “Çinli Virüs” olarak adlandırması sizlere devrimler tarihinden bir şeyler hatırlatmıyor mu? Efendim Trump’ın bu sözleri, Batı yayılmacılığının afyona mahkûm ettiği Çinlileri ırkçı bir söylem “Sarı Irk” ile özdeşleştirip ondan sonra da “Sarı Tehlike” gibi eski ırkçı emperyalist ifadeleri canlandırmasını. Trump hiç düşünüyor mu? ABD’nin siber vadilerinde insanüstü çabalarla ABD ekonomisine artı değer katan Asya kökenli Amerikalı beyin emekçileri başta olmak üzere Asyalı Amerikalı vatandaşlarına karşı şiddeti kışkırttığını. Sanırım şimdi daha iyi anlaşılıyordur, ABD silahlı kuvvetlerini ülke içinde neden seferber ettiğini, sadece yağmacılığa karşı değil neo-conların densiz hareketleri de bu yığınaklanmada rol oynadığını bir yerlere not edelim. Allah’tan akil adamlar var da bu sıralarda akılcı laflar ediyorlar. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Sözcüsü Dr. Mike Ryan, buna karşı şunları belirtti:
“Şimdi dayanışma zamanı, gerçekler zamanı, birlikte yol alma zamanı.”
Ancak her şeyi kulak arkası eden Trump yönetimi, bir de üstüne üstlük milliyetçi odak noktası olduğunu vurgulayacak şekilde, bir koronavirüs aşısı geliştirmekte olan bir Alman biyoteknoloji firmasına açıktan açığa rüşvet teklif ederek firmayı ABD’ye taşınmaya çağırmıştır. New York Times’ın bildirdiği üzere, “bir aşı olacaksa önce ve belki de yalnızca ABD’de mevcut olması” olasılığını gündeme getirmiştir. Şövenizme, her şeyden önemlisi ırkçılığa dayalı milliyetçiliğe başvurulması, pandemi günlerinde hiç yapılmaması gereken bir husus ama hangi akil adam bunu ‘Büyük Beyaz Reis’e anlatacak ya da anımsatacak, Reis Seattle gibi. Kızılderili Reis Seattle 1854 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce yazdığı bir mektupta “Bildiğimiz bir gerçek daha var; sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yarattıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz Tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz.”
İşte bu tür şövenist açılımlar hastalıkla mücadelede kafa karışıklığı yaratmakta, küresel mücadeleyi baltalayıp önünde büyük bir engel oluşturmaktadır. Trump’ın bu sığ açıklaması, küresel salgına karşı mücadeleyi yanlış ve kafa karıştırıcı bir milliyetçi gündeme dönüştürme çabasının yalnızca en kaba ifadesidir. Salgını aldığı önlemler ile duraksatan Çin de ABD’ye karşı aynı tavırla yanıt vermeyi yeğlediği görülmektedir. Virüs salgınının hemen başında yoğun bir şekilde eleştirilen ÇHC liderliği kriz ilerledikçe toparlanmaya başlarken, aynı durum ABD federal yönetiminde kötüleşme belirtileri göstermektedir. ABD’li yetkililerin virüsün kaynağı konusunda yaptıkları yorumlar karşısında Çin yönetimi tarafından da virüsün ABD kaynaklı olabileceğine dair olasılıkların sıralanması gerginliği üst seviyeye taşımıştır. ABD’nin küresel konumu ve prestijinin de bu krizden etkilenebileceği konuşulmaya başlanmıştır. Anımsayacaksınız, başlangıçta ABD’den pompalanan dünya kamuoyunu hedeflemiş olan ana akım medyada virüsün Vuhan kentindeki Huanan deniz ürünleri pazarından yayıldığı özellikle ifade edilirken, son yapılan açıklamalar iki ülkenin salgın üzerinden ciddi bir it dalaşına girdiğini göstermektedir. Bir süre önce özellikle ABD basınında var olan yaygın anlatı ÇHC’nin “Asya’nın hasta adamı” olduğu yönündeyken, başlattığı yardım ve sosyalizasyon seferiyle Çin, hasar gören imajını yeniden onarma fırsatını yakalamış olduğu görülmektedir. Bütün bunlar beyhude çabalar değil mi? Ama unutmayalım bunun kökeninde bir tarafta ‘vahşi batı’ öte tarafta Çin’in Devlet Kapitalizmi. Oysa yapılması gereken, ABD ile Çin’in, küresel ölçekte büyük toplumsal ve ekonomik hasara yol açan salgına karşı ortak mücadele etmesidir. Ama ortada görünen odur ki, her iki tarafın vahşi ticaret savaşları kapsamında virüsün kaynağına ilişkin karşılıklı suçlamalar üzerinden çatışmalı bir sürece girmiş olmalarıdır.
ABD ve ÇHC, salgının yayılmasını engellemek için gerekli olan önlemleri adeta bir maske olarak kullanıp, milliyetçiliği ve siyasi gericiliği yükseltme peşinde koşmakta oldukları nihayet ötekiler tarafından görülebilmiştir. Söylemem odur ki, yer küre yeni bir dünya düzenine doğru evrilirken, bu geçiş döneminde ehven-i şer olarak Türkiye doğru yoldadır ve de hazırlıklıdır. Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bulunduğu ittifakların en çok lazım olduğu zamanda kendisine karşı uygulamış olduğu ambargo ve karşı duruşlar karşısında gerekli antikorları üretmiş, bir anlamda tek başına ayakta duracak tarzda bağışıklık sistemini güçlendirmiştir. Yine test etmiştir ki, küresel salgına karşı, en akılcı çözüm Westphalia’dan günümüze intikal eden ulus devlet modeliyle mücadeledir, bir başka deyişle ulusal korunmadır. Yadsınamaz bir gerçektir ki, her şeye karşın hiçbir ülke de bu korumacı ve tek taraflı politikaları bencilce uygulama lüksünün olmamasıdır. Eğer gerçekten de dünya beşten büyükse yer küre buna doğru evrilecektir. Çünkü bilinmektedir ki, her ülke kendi başına hareket ederse, bu krizin olumsuz ekonomik etkilerinden kaçınılamaz ve hiçbir ülke bu zorluğun üstesinden tek başına gelemez, sevgili okurlar.