KÜRESEL SALGIN VE ''AKTİF ÖTANAZİ''
Bilmem, anımsar mısınız, “Korona Günleri” ne girilmeden, yani Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)tarafından küresel salgın ilan edilmeden, altı yıl önce Fransa’yı ikiye bölmüştü “ötanazi meselesi.” Kısaca ötanazi; sağaltımı, yani tedavisi mümkün olmayan hastalıklarda, daha ileriki yıllarda tedavisi yapılabilir gerekçesiyle bitkisel yaşamda yaşatılmaya çalışılan, canlının ağrısız bir yöntemle öldürülmesi eylemidir. Canlının daha doğrusu insanın ağrısız bir yöntemle öldürülmesi konusunda Avrupa’nın orta yerinde Fransa’da, Portekiz’de, Belçika’da, Hollanda’da hatta çocuklara yönelik olarak bile, böyle bir bilgi birikimi vardı. Malum, Avrupa’da çocuklara ötanazi hakkı tanıyan sadece iki ülke bulunmaktadır. Bunlardan ilki, bu hakkı 12 yaş üstündeki çocuklara tanıyan Hollanda, diğeri de herhangi bir yaş sınırı olmaksızın, dünyada bir ilke imza atan Belçika’dır. Yetişkinlere ötanazi hakkını yasal olarak tanıyan Avrupa ülkeleri ise Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’dur. Toplumdaki ve siyasetteki “alternatif, yan etkileri” nedeniyle oldukça tartışmalı olarak görülen ötanazi konusunda resmi onay vermeyen ancak bazı “gri alanları” kullanarak bu uygulamayı pratiğe yansıtan ülkelerin sayısı ise eskiye oranla oldukça artmış durumdadır. İsveç ve İsviçre’de ötanazi yasak olmasına karşın, durumu çok kötü olan ve tedavi şansı görülmeyen hastalar için “intihara tıbbi destek” formülü uygulanabilmektedir. Portekiz’de ise hem ötanazi hem de bu formül yasak olmakla birlikte yaşamından tamamen umut kesilen hastalar için ağır tıbbi tedavinin bir bölümünün durdurulması yöntemi devreye sokulabilmektedir. Fransa, İspanya, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerin de yer aldığı çok sayıda Avrupa ülkesinde de ötanazi yasal olarak yasak olmasına karşın, “pasif ötanazi” olarak adlandırılabilecek yöntemle “ölüme yardımcı” olunan bir yaklaşım insancıl olarak kabul görmektedir. İtalya, Polonya, İrlanda, Romanya, Yunanistan, Hırvatistan ise ötanazinin yasal olarak yasak olduğu ve “alternatif, yan yöntemlere” başvurulmasına da tolerans gösterilmeyen Avrupa ülkeleri arasında yer almaktadırlar.
Ötanazi konusundaki yasal uygulamalar ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte tartışma konuları üç aşağı beş yukarı neredeyse ortaktır. Bunlar iki gruptur, birincisi ötanaziyi savunanlar ve de bunun karşısında olanlar. Hadi gelin hep birlikte anımsayalım. 2008’de geçirdiği bir motosiklet kazası ile tıbbi ismiyle “tetraplejik” olan, yani bitkisel hayata giren ve beyin fonksiyonlarını tamamen yitiren Vincent Lambert için Fransa ikiye bölünmüş, altı yıl fişinin çekilip çekilmeyeceği tartışılmıştı. Kaza sonrası tümüyle bitkisel hayata giren Lambert’in eşi, kardeşleri, kuzeni ve doktorlar fişinin çekilmesini savunurken, köktendinci Katolik bir tarikat üyesi anne ve babası bir hukuk savaşına girerek, oğullarının doktor kararıyla öldürülmesine karşı çıkmışlardı. Fransa’yı ikiye bölen "Pasif Ötanazi" tartışması Danıştay’ın 2014 yılının Haziran ayında vermiş olduğu olumlu kararla noktalanmıştı.
Ama ben size bir şey deyiyim mi? "Pasif Ötanazi"yi tartışmalar sonucu kabul eden fakat, küresel salgınla ‘aktif ötanazi’yi de görmüş oldu dünya. Biraz evvel vurgulamaya çalıştık, ‘Pasif Ötanazi’ genelde birçok ülkede, farklı koşullar altında yasalken, ‘Aktif Ötanazi’ çoğu ülkede yasaktır. “Aktif Ötanazi” yani hekim destekli intihar (physician assisted suicide) Türkiye'de yasal değildir. Yürürlükte olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'na göre, hastaya ötanazi uygulayan fail (hekim), tasarlayarak (taammüden) adam öldürme hükümlerine göre yargılanır ve ağırlaştırılmış müebbet (ömür boyu) hapis cezasıyla cezalandırılması bağıtlanmıştır.
Niçin böyle bir girizgâh yaptım? Bana sorabilirsiniz. Efendim, ne demek istiyorum? Şunu söylemeye çalışıyorum. Son zamanlarda sıkça duyduğumuz ve de sözcük dağarcığımızı genişlettiğimiz “entübe” ve “entübasyon aygıtı”nı bitkisel yaşam üniteleri ile benzeştirdiğim için, bu sözcükleri sizlerin önüne koyuyorum. Entübe, kendi kendine yeterli soluk alamama durumudur. “Entübe hasta” ise solunum “yetmezlikli hasta” demektir. Entübe hastalar kendilerine bağlanan suni solunum ile birlikte nefes alıp verme işlemlerini gerçekleştirirler. İşte bu hastaları solunum cihazına bağlayabilmek için ağızdan nefes borusuna ulaşan bir boru takma işlemine de "entübasyon" adı verilir. Bu borunun bir ucu nefes borusu yoluyla akciğerlere ulaşırken diğer ucuna akciğerlere hava üfleyen aygıtlar bağlanır. Solunum yetmezliğindeki hastalarda entübe etmek ve solunum cihazına bağlamak çoğu zaman hasta için hayat kurtarıcıdır ve yapılması zorunludur. Normal zamanlarda çoğu ameliyatta, ameliyatı yapabilmek için hastayı uyutmak ve kaslarını gevşetici ilaçlar vermek gerekir. Bu ilaçlar hastanın kendi kendine nefes almasına engel olduğundan ameliyat süresince hastanın solunum aygıtına bağlanması ve bunun için de entübe edilmesi gerekir. Son derece önemlidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün 'Bir ordunun kıymeti, subay ve komuta heyetinin kıymetiyle ölçülür.' veciz ifadesi gibi bugünlerde bir hastanenin değeri de “entübe aygıtları”nın nitel ve nicel değeriyle ölçülmektedir.” Takip ediyorsunuz, ekranlardan görüyorsunuz ve şahit oluyorsunuz. Eksiklikler görüldüğü için zorunlu olarak ve de haklı gerekçelerle ‘entübe aygıtları’nın millî üretimine geçilmiştir. Son derece doğru bir açılımdır. Bir kez daha söyleyeyim, bütün bunları neden ayrıntılı bir biçimde anlattım ya da anlatıyorum? Korona günlerinde yaşama tutunma aygıtının bu cihaz olduğu için, bir anlamda bir bitkisel hayat yaşam ünitesi ile benzerlik gösterdiği için anlatıyorum. O kadar ki bu işlem Fransa’da, İtalya’da ve İspanya’da aktif ötanazi ile eşdeğer olduğu için bütün bunları sizlerle paylaşmak zorunluğunu hissettiğimi sizlere aktarmak istiyorum, sevgili okurlar.
Şimdi gelelim örnek olaylara. Bana sorarsanız, çok da, hafızanızı zorlamaya gerek yok. Daha 10 gün önce bir İspanyol doktorun, ekranlardaki çaresizliğini, ağlamasını, gözyaşlarını silişini yüreklerimiz burkularak hep birlikte izledik. Anımsayabildiniz mi? 24 Mart 2020 tarihinde sosyal medyaya düşen görüntülü açıklamasında İspanyol Doktor Gabriel Heras ne demişti? Şunları dile getirmişti:
" Merhaba, günaydın!
Bu mesajı paylaşmak benim için çok zor. Gözyaşlarıma mani olamıyorum. Bana zaten bazı ses kayıtları göndermişlerdi. Bu ses kayıtlarında Madrid'de 65 yaş üstü insanların solunum cihazlarının kaldırıldığından bahsediliyordu. Bu insanlara yatıştırıcı veriliyor çünkü herkes için solunum cihazı yok ve bu cihazları daha genç insanlara vermek istiyorlar. Bu insanları kendilerine hiç de layık olmayan bir ölüme terk edemeyiz. Bunu yapamayız. (…)”
İspanyol doktor bir de ses bandı dinletmişti, görüntülü konuşmasında:
“SES KAYDI:
Size Madrid'deki durumu özetleyeceğim. Çok dramatik bir tablo var. Siyasetçiler ne olup bittiğine vakıf değil, ya da yaşananları görmek istemiyor. Çok sayıda hemşire ve doktor hasta oldu. Malzeme yok, alan yok, solunum cihazı yok. Bakın çok sayıda hastaya yatıştırıcı veriliyor. Aileleri yanlarında olamıyor, ölmelerine yardım etmeye hiç bir ailenin rızası olmaz.”
Böyle bir şey olabilir mi? Ama oldu. Bir şartlanmanın koşullanmanın görüntüsüydü, yapılanlar, uygulamalar.
Son derece acıklı bu ses bandından sonra konuşmasına devam eden İspanyol doktor şöyle özetliyordu, yaşananları:
“İtalyan meslektaşlarımızın 65 yaş üstü hastalarla ilgilenmeyeceğini okuyorum, bu kulağa çok korkunç geliyor. Eğer sadece bir solunum cihazınız varsa ve seçmek zorundaysanız, kurtulması mümkün olan genç insanlara öncelik vermek zorunda kalıyoruz. Henüz bu noktaya ulaşmadık ama bu aşamaya gelebiliriz ve bu çok acı verici olur. Sistem tüm vakaları karşılayabilecek durumda değil."
Sadece bu kadarla kalsa iyi. Ülkede yaşlılar ile ilgili tek sıkıntı tıbbi yetersizlikler değil. Fişi çekilecekler olarak görülmesi. Huzurevlerinde koronavirüs tespit edilmesinin ardından çalışanların tesisi terk etmelerini nasıl açıklayabiliriz? İspanya'da terk edilmiş huzurevlerine giren ordu mensupları yaşlı kişilerin cesetlerini yataklarında bulmuşlardır. Washington Post gazetesinde yer alan bir habere göre İspanya Savunma Bakanı Margarita Robles, yaşlılara muamele konusunda hükümetin katı bir politika uygulayacağını ifade etmesi ise yaşlıların biletinin kesilmiş bir grubu oluşturduğunu açıkça ifade etmiyor mu?
Efendim, bütün bu örnek olaylardan sonra söylemem odur ki, hedonizmin gelmiş olduğu boyuta bir bakar mısınız? Hazcılık olarak tanımlayabileceğimiz, hedonistik reklamcılığın güya çağdaşlık biçiminde lanse edilen tüketim kültürü çerçevesi yaşlanmayı sistemin dışına ittiğini açık seçik görmekteyiz. Çünkü her şeyden, bir anlamda hayattan elini eteğini çeken nüfus yaşlı bir nüfus vardır. Vahşi kapitalizm, yaşlanan popülasyondan kurtulmayı, ya da bir biçimde ortadan kaldırmayı bir büyük amaç olarak ortaya koymuştur. Efendim, tüketim kültürü bireyleri yaşlanma ve bozulmaya karşı muhafaza edici bir beden nosyonuna özendirmekte, motive etmekte olduğu biline bir gerçektir. Nedir bu? Güzel beden kültürü içinde kendini muhafaza etme ve sonu olmayan açık uçlu kişisel bakımdır. Geriatrinin, kısaca yaşlanmanın kişisel imajında, aktivite, fitnes ve “ölen ölür kalanlar koruyucu tıbbi bakıma para yatırır” materyalist düşünce felsefesi egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Bunun böyle olduğunu televizyon ekranlarında bir gezinin, sizler de göreceksiniz. Nedir efendim bütün bunlar? Tüm sağlık ve hastalık tanımlamaları yalnızca biyolojik düzleme indirgenmiştir. Çünkü onlara göre sağlık ve hastalık aynı zamanda normalliğin ve anormalliğin tanımlamasıdır. Birey olarak kabul görecek insanların ve toplumdan soyutlanması gereken insanların belirlenmesidir. İşte bu nedenle el yıkamadan başka bir şey önermeyen ayrıca belirsizliklerin de sorgulanmasını istemeyen “profesyonel tıp” denilen olgu altın çağını yaşamaktadır. En yalın ifadesiyle Batılı kültür bağlamında hastalık bir anomalidir ve ortaya çıktığında kişisel projeler içinde gizlenmelidir. XXI. Yüzyılda hastanın yaman çelişkisi şudur ki; hastalar kendi sağlıklarından sorumlu olarak yapılandırılmışlardır, dolayısıyla kendilerini suçlu hissetmektedirler ve eş zamanlı olarak kendilerini bedenleri üzerinde giderek daha az kontrol sahibi olarak görmektedirler. Ancak hastalar kendilerini sorumlu hissederken -bilimsel demeyelim- profesyonel tıp hastalığın nedenini hastaların kontrolünün ötesine konumlandırmaktadır. Yani efendim, çağımızda “hasta ölmüştür”. Çünkü tanı ve tedaviler acı içindeki hastadan ziyade, gözlemlenen lezyonlara, ölçülebilen semptomlara, niceliklere indirgenmiş durumdadır. Hastanın kendi deneyimi ve sübjektif sesi medikal karşılaşma sırasında önemsiz hale gelmiştir. Tıp anormallikleri parçacık, damlacık -ne derseniz deyin- atomistik hastalık ve tedavi anlayışı içerisinde görmeye başladıkça hastanın sesi de kısılmıştır. Bir anlamda Koronavirüs öncesi de sosyal yakınlıklar yüzeysel ve insanlar da hasta ve yaşlandıktan sonra birbirlerinden yalıtılmış olarak yaşıyorlardı.
Şimdi soru şu. Peki, bu bakış açısını nasıl özetleyebiliriz? Efendim kısaca mesele şudur: Bir kere tekraren söyleyelim. “Hasta ve yaşlı insanlar profesyonel tıbbın süjesi olmaktan çıkmıştır, yani “hasta ve yaşlı insanlar gerçekten ölmüştür.” Hastaya ve yaşlı insanlara yaşayan, arzulayan acı çeken bir varlık olarak muamele edilmemektedir. Ne kendisinden ne de ailesinden yakınlarından bu dünyaya veda etmesi konusunda “rıza” aranmamaktadır. Sadece bu dünyadan bir an evvel gitmeleri arzu edilmektedir. “Küresel Salgın” günlerinde bırakın ‘Pasif Ötanazi’yi doğrudan doğruya “Aktif Ötanazi” yani seri cinayetler bu yüzden uygulanmaktadır. Bütün bunlardan sonra demem odur ki, bunun Hitlerin toplama kamplarındaki, insan yakma fırınlarından ve de krematoryumlardan ne farkı var, sevgili okurlar.